İstanbul’dan Tanrı Dağlarına Uzanan Bir Aşk Hikâyesi " Hayalhane"


Ön söz;
Yarım kalmış hikâyeleri tamamlamaya çalışıp; geçmişe takılı kalmaktansa yeni bir hikâye yazmanın zamanı gelmişti. Yeni bir hikâye yeni umutlar, yeni aşklar ve yeni bir hayat demektir. 

Yüzünüzde bir tebessüm, gönlünüzde ince bir sızı ve kalbimizde de aşka dair bir kandil bırakabilirsek bizden mutlusu olmayacaktır.



Hayalhane

Ürkek bir vurmayla kapı çalındı. Gel dedi bir ses. İçeri uzun boylu, sarı saçlı, mavi gözlü bir delikanlı girdi. Uzun zamandır beklediği tahlil sonuçları çıkmıştı. Ürkek bir sesle söze girdi. Önce anlamsız sözler döküldü dudaklarından... Sonra tüm gücünü toplayarak doktor bey tahlil sonuçlarım nasıl dedi.

Doktor, genç delikanlıyı süzdükten sonra bir kasabın koyuna duyduğu merhametle kemoterapiye başlamamız lazım, kanser hızla yayılıyor dedi. Önce gözleri karardı sonra kendini kaybetti. Günler günleri kovaladı. Gözünü açtığında evinde buldu kendini. Onun için artık yolun sonu görünüyordu...

Günler anlamsızca geçiyor, İstanbul Boğazına oturup saatlerce kalkmadan denizi seyre dalıyor ve hayaller kuruyordu...

Yine bir gün hayallere esir olduğu bir anda narin bir sesle irkildi genç adam. Beyefendi, beyefendi... Nerede olduğunu unutacak kadar hayallere dalan genç yavaşça gözlerini açtı. Gözleri kamaşıyor etrafına bakamıyordu. Kendine geldiğinde ilk gördüğü avını izleyen bir şahin misali katran karası gözlerini onun üzerine dikmiş, okunu fırlatmaya hazır bir yay gibi gerilmiş kara kaşları, Elf kızlarını andıran ince ve narin yüzlü ancak sert mizaçlı bir kız gördü.

Şaşkınlığını atlatan genç adam merhaba, buyurunuz dedi.
Genç Kız,
-Kendinizden geçmiş, bir ruh gibiydiniz dedi.
Genç Adam,
-Uzaklardaydım. Çok uzaklarda… Acıların, yalanların, kötülüklerin ve sınırların olmadığı; iyiliğin, güzelliğin ve sadece aşkın olduğu bir diyardaydım, “ Hayalhane’mdeydim”dedi.
Genç Kız,
-Güzel bir yere benziyor. Nasıl gidiliyor o diyara?
Genç Adam,
-Aşkla… Sadece aşkla… Arkadan tüm benliğini bırakıp; sadece aşkla...
Genç Kız,
-Beni de götürür müsün Hayalhanene ?
Genç Adam,
-Elini bana uzat ve kapa gözlerini dedi.
Uzun bir süre dalga seslerini dinleyen bu iki yabancı genç bir müddet sonra ortadan kayboldu.
Artık Hayalhanedeydiler. Orda imkânsız yoktu. Orada her şey aşkla var olmuştu. Bir şeyin olması için aşkla istenmesi yeterdi.
Hayalhane de onları ilk olarak uçsuz bucaksız bozkırın ortasında oturan bir ozan karşıladı.
Ozan,
-Sizin adınız ne diye sordu? Sonra boş verin dünyadaki adınızı dedi. Size yeni adlar verelim. Oğlum senin adın: Aybeg, kızım senin adın ise Aykız olsun.
Aykız, şaşkındı. Hayatında ilk defa böyle bir yer görüyor, hayatında ilk defa içinin kıpır kıpır olduğunu hissediyor ve hayatında ilk kez böyle bir tarifsiz mutluluk yaşıyordu.
Aykız,
-Aybeg’e seslenerek keşke atımız olsa da kanatlarımız varmışçasına süzülsek ufka doğru dedi.
Aykız, cümlesini bitirmeden uzaklardan iki at dörtnala koşar geliyordu. Atlara binen bu iki yabancı genç, kartal misali uçarcasına güneşin batışına doğru at sürdü…
Güneşin kızıllığı dağların üzerinden süzülüyor, mavi gök sarımtırak bir hal alıyordu. İki bedende tek vücut gibi at süren bu iki genç, bir göl kenarında durdu.
Aybeg,
-Geceyi burada geçirelim. Şu gölün güzelliğine bak. İnsanın ruhunu dinlendiriyor dedi.

Hava ayazdı. İki genç göl kenarında ateş yaktı. Ateşin başına karşılıklı oturdular. Bir an göz göze geldiler. Aykız’ın katran karası gözleri Aybeg’i gece gibi içine çekiyor baktıkça yeni diyarlar keşfediyordu. İki gençte tek kelime konuşmuyor sadece bakışıyorlardı. Sanki anlaşmak için kelimelere ihtiyaç duymuyor, aşkın dili ile anlaşıyorlardı.

Saatler saatleri kovaladı. Dolunay Bozkırı aydınlatıyordu. Kopuz atanın manileri semalarda duyulmaya başlamıştı. Söylediği manilerle anlaşılan oda gece mesaisine başlıyordu. Ve sanki iki gencin sohbete başlamasına işaret veriyordu.

“Gece sizindir hayrı ile şerri ile
Gece kimindir mana ile sırrı ile”

Aybeg, Hayalhane geçirdiği uzun zamanlarda ozanlara eşlik eder şarkılar söyler, maniler okurdu. Çocuktan ihtiyara kadar herkesle konuşur, cümlelerin birini bitirmeden diğerini kurardı. Ancak bu gece ilk kez suskundu. Kelebekler gibi sürekli gönlünde uçan kelimeler bu gece onu terk etmişti. Bu gece dilsiz bir şairdi. Aykız’a baktıkça utku tutuluyor, yıllar önce unuttuğu bir ateş onu kavuruyordu. Aybeg’te ateş gibi yanıyor ve Aykız’ın katran karası gözlerinde kora dönüşüyordu. Aybeg, yıldızlara baktı ve gülümsedi. İçinden yıllardır beklediğim aşk bu olmalı diye geçirdi.

Aykız da Aybeg’e eşlik edercesine konuşmuyor, semayı izliyordu. Sanki sessizlik andı içmişti bu iki genç. Aykız’ın dilinden sözler dökülmese de gözlerinden dökülüyordu… Göle doğru çalan gözlerinde bugüne kadar yaşadığı onca anı akıp gidiyordu. Hayatının hiçbir döneminde bu kadar huzurlu ve mutlu olmadığını hissiyle içi ürperiyor ve titriyordu. Sonra kalbinde bir sıcaklık hissederek uzaklara doğru gülümsedi. Olmam gereken yer burasıymış dedi.

Yakınlarda bir yerlerde Toy kurulmuş olmalıydı. Kopuz Atanın şarkıları eşliğinde savaşçılar kılıç sallıyor, âşıklar kendinden geçiyordu. Yiğit savaşçıların nidaları bozkırın sessizliğinde dalga dalga yayılıyordu.

Karanlığın içinden nal sesleri duyulmaya başlandı. Beş atlı hızla Aybeg ve Aykız’a doğru geliyordu. Atlıların en önünde gelen; yüzünü kimsenin görmediği, dağ gibi heybetli duruşuyla düşmanın yüreğine korku salan, namı Türk illerinde dilden dile dolaşan, Bozkırın gördüğü en iyi Muhbir olan Aytar’dı.

Aytar,
-Ey âşıklar, neden miskin miskin oturursunuz. Bu gece Toy gecesidir.  Kopuz Atanın nağmelerine eşliğinde eğlenin ve kımız için dedi.
Aytar,
-Bu kımız Kağanımızın ikramıdır diyerek, kımız dolu testiyi Aybeg’e fırlattı ve atını sürerek gözden kayboldu.

İki miskin âşık da daha önce kımız içmemişti. Aykız, kımız dolu testiyi alarak, kâselere doldurdu. İki miskin âşık günlerce çölde susuz kalmış bedevi misali kana kana kımız içti. Kımız onlara aşk şarabı gibi gelmişti. Son yudumlarını alırken tan yeri ağrıyordu. İki miskin aşığında gözleri kapanıyor, hafif hafif esen rüzgârın uğultusu da onlara ninni gibi geliyordu. İki miskin âşık tatlı bir uykuya dalarken güneş bozkırın ufkundan gülümsüyordu.

Güneş yavaş yavaş yükseliyordu. İki âşık uyandı. Gidilecek görülecek çok diyar vardı. Atları eyerledikten sonra rüzgâr gibi at sürdüler yeni memleketlere…

Bir rivayete göre yedi yıl, bir rivayete göre yetmiş yıl yolcuk yaptılar. Ovalar, Dağlar, Köyler, kasabalar ve şehirler aştılar. Geçtikleri memleketlere bereket geldi. Çöller ovalara dönüştü. Topraktan alınan mahsuller iki katına çıktı. Koyunlar çift çift kuzuladı. Hastalar şifa buldu. Bekârlar evlendi ve Kadınlar ikiz doğurdu.

Gittikleri yerlerde onlar için Toylar verildi. Kağan gibi hürmet gördüler, izzet ve ikramda bulunuldular. Aşkları dilden dile yayıldı. Güneşin doğduğu topraklardan battığı topraklara kadar onların aşkı konuşuldu.
İstanbul’da mevsimlerden bahardı. Güneş çoktan batmış ve hava kararmıştı. Dalgalar sahile daha sert vuruyor, kayalardan aşıp yoldan geçenleri ıslatıyordu.

Her şeyden habersiz Hayalhane’de gezen iki miskin âşık ise sert bir gök gürültüsüyle kendilerine geldiler. Sağanak halinde yağmur yağıyordu. Sırılsıklam olmuşlardı. Yoldan geçenler kafaları güzel bunların diyerek uzaktan tiksinerek bakıyordu. Aykız, saatine baktı. Zaman ne çabuk geçmişti. Araf’tan dönen bir ruh misali şaşkındı. Olanlara anlam veremiyordu. Sonra evine geç kaldığını anımsadı. Aybeg’e kartını vererek onu aramasını söyledi. Bu olanları tekrar konuşmalıyız diyerek hızla uzaklaştı.

Günler günleri kovaladı. Aykız’ın beklediği o telefon hiç gelmemişti. Neden aramadığına anlam veremiyordu. Oysa Hayalhanede onların aşkının üstüne aşk yoktu.

Aybeg’i gördüğü sahile gitti. Günlerce bekledi. Aybeg ortalarda yoktu. Sürekli sahilde dolaşan seyyarlar dikkatini çekti. Onlara Aybeg’i tarif ederek sordu. Simitçi tarif ettiği kişiyi tanıdığını, kendisine birçok kez simit sattığını ve kendilerine çok iyiliğinin dokunduğunu söyledi. Ancak dedi ve ekledi: ‘’ onu, bir müddettir buralarda görmüyoruz”.

Aykız, görürseniz beni haberdar eder misiniz diyerek simitçiye kartını verdi.
Günler, haftalar ve aylar geçti. Aykız, beklediği haberi bir türlü alamıyordu.
Hemşire kapıyı çaldı. Alp Er Tarık (Aybeg) bey bugün nasılsınız dedi. Kısık bir sesle buna da şükürler olsun yanıtını aldı. Aybeg, haftalardır hastanedeydi ve son aldığı tedavide işe yaramamıştı. Yüzü solmuş, rengi gitmişti. Doktorlar ondan ümidi kesmişti.

Aybeg,
-Hemşireye son bir kez dışarı çıkmalıyım son bir kez denize bakmalıyım dedi.
Bitkin ve yorgun vücudu artık onu taşımıyordu. Kadim bir dostunun yardımı ile sahile gelmişti. Yalnız kalmak istediğini söyledi.
Simitçi geçiyordu. Bir simit almak istedi. Si… simit… Simitçi diyemedi. Ancak simitçi onu duydu.
Simitçi,
-Abim nasılsın diyerek ona sarıldı. Kendisini çok güzel bir kızın aradığını ve çok şanslı bir adam olduğunu söyledi. Tüm detaylarıyla olan bitenini Aybeg’e tek tek anlattı.
Aybeg,
-Simitçiye bana bir kağıt bir de kalem bulabilir misin dedi.
Simitçi kağıdı ve kalemi getirdi. Aybeg, gözyaşları içinde kâğıda bir şeyler karalayarak, zarfa koydu ve simitçiye geri verdi. Simitçiye bu zarfı bir ay sonra onu arayan kıza vermesini söyledi.
Günler günler sonra... Aykız’ın telefonu hiç durmaksızın çalıyordu. Aykız’ın içini tarifsiz bir sevinç kapladı. Telefonu açtı. Sana bir müjdem var dedi arayan. Aykız, arayan kişinin sözünü tamamlamasını beklemen evden fırladı. İçi içine sığmıyordu. Sonunda günlerce gözyaşlarıyla beklediği aşkına kavuşacaktı. Vapura bindi. Vapurda sanki zaman durmuş, saniyeler dakika, dakikalar saat olmuştu. Aykız, vapur sanki gitmiyor hatta geri geri mi gidiyor diye düşündü bir an.

Vapurdan iner inmez simitçiyi buldu. Simitçi ona zarfı verdi. Sahile oturdu. Mektubu açtı ve okumaya başladı.

Sevgilim, Gönüldaş’ım ve Hayalhanem…

Beni günlerce beklediği duydum. Buna çok müteşekkirim. Bilmeni istiyorum ki benim için dünyada bundan daha değerli bir haber olamazdı.
Beni çölde bir gül yetiştirme bahtiyarlığına erdirdiğin için sana binlerce kez teşekkür ediyorum.
Sen, dünüm, bugünüm ve yarınım oldun.
Sen… sen… artık okunmaz olmuştu. Mürekkep dağılmıştı.
Aklında binlerce soru olduğunu biliyorum. Tüm sorularının cevabını aşağıdaki adreste bulabilirsin.

Aykız, yerinden fırlayarak taksiye bindi. Taksiciye adresi verdi. Merak ve heyecanla karışık bir duygu içinde kalbi küt küt atıyordu. Taksiciye daha hızlı gidemez miyiz dedi.
Taksici,
-Abla buraya gitmek için kimse bu kadar acele etmez. Senin acelen nedendir dedi.
Aykız, sevdiğimi göreceğim dedi.
Taksici, dikiz aynasından Aykızı süzdükten sonra vah zavallım üşütmüş galiba dedi.
Taksici,
Geldik abla dedi.

Aykız, arabadan inerek, koşar adımlarla ilerledi. Aybeg’ten başkasına gözü kör olmuşcasına etrafındaki hiçbir şeyi görmeden yürüyordu. Birine çarparak irkildi. Burası mezarlıktı. Neden buraya gelmişti. Burada ne işi vardı.

Mektuba tekrar bakıp dikkatlice okuduğunda gözyaşları yağmur taneleri gibi mektuba döküldü. Aykız, öyle bir feryat etti ki Tanrı dağından duyuldu.

Kopuz Ata önde tüm ozanlar ağıtlarla karşıladı Aybeg’i. Hoş geldin evlat dedi… Hoş geldin… Âşıkların makamına hoş geldin…
Alp Er Tarık
İstanbul, 2019

Not: Bu yazının tüm hakları fikirpusulasi.blogspot.com aittir. Tamamının veya bir kısmının izinsiz kullanılması yasaktır.

Görüş ve önerileriniz için;
Twitter: Alp Er Tarık
Facebook: Katre Dergisi


Yorumlar

  1. Yazdığınız hikaye gerçekten mükemmel kelimeler tam anlamıyla uyum içerisinde yüreğinize sağlik��

    YanıtlaSil
  2. Yazdığınız hikaye gerçekten mükemmel kelimeler tam anlamıyla uyum içerisinde.yureğinize sağlık🌹

    YanıtlaSil
  3. Yazdığınız hikaye gerçekten mükemmel kelimeler tam anlamıyla uyum içerisinde. yüreğinize sağlık 🌹

    YanıtlaSil

Yorum Gönder