Kurtlar suskun artık. Suskun ve acı çekiyor. Görmek istemiyor gözlerim. Sadece yazmak...
Yazmak, ölüme meydan okumaktadır; kardelen çiçeği misali. Yazmak, kavuşamayacağını bile bile dağları delmektir; Ferhat misali. Yazmak, sabretmektir; Atacama çölünde açmak için iki yüz yıl yağmur bekleyen çiçek misali. Yazmak, canana mektup götüren bir kebûterdir*
…
Nice
ilkbaharlar nice hazan mevsimleri geçti bir haber gelmedi canandan. Takvimden
bir bir döküldü yapraklar. Gözlerime sis perdeleri indi ilkbaharda. Yaz
ayazında kar yağdı gönül dağlarıma. Zemheri ayında samyeli vurdu gönül ovalarıma.
Şimdi ben bir han gönlüm bir hancı. Her kapı çaldığında bir kuşun ilk kanat çırpışı gibi pır pır ediyor yüreğim. Her yolcuda seni arıyorum. Her deliye her veliye seni soruyorum. Bazen dileniyorum sokaklarda. Belki… Belki… Belki diyorum bir sadaka kavuşturur bizi. Belki birkaç saniye de olsa göz göze geliriz. Gerçi sen tanımazsın beni. Viran olmuş bir şehir gibiyim şimdi. “Meczup hancı geliyor meczup hancı geliyor” nidaları adımdan öte bir ad olmuştu benim için.
Namım
ilden ile dilden dile yayılmış olsa ki Han’ım hiç boş kalmıyor; şehre gelen her
yolcu handa kalmak için âdete bir birleriyle yarışıyordu. Handa her akşam
kopuzlar çalınıyor, âşıklar atışıyor, yolcular su misali bade* içiyor ve
sakiler* hiç durmadan Câm-ı mey’i* dolduruyordu. Gece boyu raks edenlerin
gürültüleri ve gülme nidaları hiç eksik olmuyordu. Bu handa meczup hancı
dışındaki herkes mutluydu.
…
Gece
ayazdı. Bir mum gibi yanıyordum. Mum gibi yanıyor ve aşkla eriyordum. Her taraf
kırmızıydı. Kan kırmızı bir renge boyanmıştı nehirler. Saatlerden ölüm saatiydi.
Savaş çanları yankılanıyordu dağlarda. Katran karası gözlerinde kayboluyordum.
Boğuluyordu ruhum. Yıldızlar kor olmuş, kar gibi tane tane yağıyordu ruhuma. Bu
sevdadan yüreğime ayaz payıma da Kurt Yalnızlığı düşmüştü. Şimdi beni sorarsan
eğer, Kurt yalnızlığımı katık edip sevdama yollara düştüm. Mavi gözlü bir Bozkurt
yavrusu ile şehir şehir ülke ülke dolaşıyorum. Belki bir aşığın sazında belki
bir bülbülün ağıtında belki de bir dervişin azığında buluşuruz diye.
…
Bu
kaçıncı mektup sana? Bu kaçıncı dönmeyen kebûter? Nerededir yerin yurdun?
Duydum ki Kartallar, Şahinler ve Atmacalar beslermişsin gönlünde. Kaç kebûter
daha can vermeli sana ulaşmak için? Yetmedi mi akıttığın kanlar? “Gül bahçemde kırmızı gül var” deyip; haber
salmışsın aşk bülbülüne. Bu topraklarda yetişen tüm güller beyazdır. Güle kırmızı
rengini veren bülbülün kanıdır bilmez misin ey gül’izar*? Yoksa hile ile aşk bülbülünün
kanını mı içmek ister badeden* ehl-i sekr* olmuş gönlün?
…
“Derler
ki; ne zaman biri olmayacak bir sevdaya tutulsa o topraklarda bir kırmızı gül
bitermiş... “
…
Damlalar
yağmura, yağmurlar nehirlere, nehirler denizlere, denizler deryalara döndü; ama
sen dönmedin bana ey cefapişe*!..
Alp Er
Tarık, İstanbul, Ekim 2020
Dipnot:
Kebûter:
Posta Güvercini
Câm-ı
mey: Kadeh
Saki:
İçki sunan kimse
Gül’izar:
Gül Yanaklı
Bade:
Şarap, İçki
Ehl-i
sekr: Aklı ile hareket edemeyip hissi ve zevki ile hareket eden, sarhoş.
Cefapişe:
Zulmeden sevgili
Not: Bu yazının tüm hakları fikirpusulasi.blogspot.com aittir. Tamamının veya bir kısmının izinsiz kullanılması yasaktır.
Görüş ve önerileriniz için;
Facebook: KatreDergisi
Hislerin kaleme aktığı belli çok güzel bi yazı olmuş. İskender Pala nın kalemini andırdı biraz 💙
YanıtlaSil