Kanadı kırık bir güvercine benzer yazar. Yazmak ise merhemdir. İyileşip gökyüzünde süzülmek için yazar da yazar.
…
Günlerdir yağan yağmurdan sonra bereket ki
güneş olanca güzelliği ve sıcaklığıyla gökte yüzünü göstermişti. Göğe baktığımda
sapsarı bir balkır ve gök mavisi bir sema görünce içimi sıcacık bir sevinç
kapladı.
Uçsuz bucaksız bu boş topraklara geleli
çoktan üç yıl geçmişti. Bu topraklar için binlerce yıl boyunca binlerce insanın
can verdiğini düşünmek bugün pek mantıklı gelmese de Asya bozkırlarındaki yaşam
izleri tarihin ilk dönemlerine kadar uzanıyordu. Göçebe kavimler, Türkler,
Moğollar ve dahi Çinliler için bile bugünkü Moğolistan toprakları tarihi izler
taşıyor.
Bozkıra hâkim olmak için öncelikle doğanın
sert koşullarını yenmek gerekliydi. Bu kadar geniş topraklara insan gücüyle
hükmetmek imkânsızdı. Bunun farkında olan Türkler atı evcilleştirdiler. Bu
şekilde sonsuz bozkırda uzun mesafeleri kısa sürede aldılar. Atları sadece
sosyal yaşamda kullanmakla kalmayan Türkler, o zamana kadar yapılmış silahların
en tehlikelisini icat etmişlerdi: “Atlı süvari Birlikleri”. (Ki bu
süvari birlikleri Ötüken ’den Viyana’ya kadar Türklerin batıya doğru
yürüyüşünün ve zaferlerinin temelini oluşturdu.)
Türk kavimleri bu sayede kısa sürede bozkırın
hâkimi olmaya başlamışlardı. Daha Hun İmparatorluğu kurulmadan önce bile Türkler
kavimler halinde Orta Asya’da söz sahibi olmaya başlamıştı. Ancak ne yazık ki
bu dönemlere ait tarihi bilgiler kısıtlı.
Hun öncesi Türk tarihine dair araştırma
yaparken Prof. Dr. Bahaeddin Ögel’in yıllar önce yaptığı bir araştırmasına denk
geldim. Prof.
Dr. Ögel M.Ö. 6.yy kadar çeşitli Çin kayıtlarını inceleyerek bir takım
hipotezler ortaya koyuyor.
Kadim
Türk tarihine dair araştırma yapan ve bu konu da kitaplar yazan birçok değerli
insan mevcut. Ancak bu araştırmacıların sayısının artması ve tarihimize dair
karanlıkta kalan birçok noktanın aydınlatılması gerekmektedir. Üzülerek
görüyorum ki özellikle İslamiyet öncesi Türk tarihine dair bir ötekileştirme
yapılıyor. Bu noktada özellikle Üniversitelerin Türkoloji bölümlerinin ve Türkologlarımızın
da sahaya inerek, Hüseyin Nihal Atsız romanlarının ötesine geçmesi gerektiğini
düşünüyorum.
…
Burada günlerim dolu dolu geçiyor. Rehberlik
ve fotoğrafçılığın yanı sıra TİKA’nın da çeşitli çalışmalarında yer alıyorum. Gittiğim her yerde Türklere özellikle de Göktürklere
ait heykeller ve anıtlar karşıma çıkıyor. Keşfedilmeyi ve araştırılmayı
bekleyen birçok tarihi höyük ve kalıntı mevcut.
Bazen günlerce at sürüyorum bozkırda. Bazen
Kül Tigin de uçmağdan gelip benimle birlikte at sürüyor. Orhun’dan selenge’ye
oradan Ötüken’e kadar yarışıyoruz. Bir yandan da deli taylar koşuşturuyor
gönlümde.
…
Güneş, bozkıra sunduğu son ışıklarını
yavaştan Orhun Vadisinin üzerinden çekerken akşam meltemleri de dağlardan kopup
vadinin üzerine doğru iniyordu. Ve bir gün daha sessiz ve usulca batıyordu
Orhun’un üstünde.
Benim çadırımda ise telaşlı bir koşuşturmaca
vardı. Çünkü bu gece âşıklar toyu vardı. Toy’a bu topraklarda yaşamış ve şuan
uçmağ’da istirahat de olan tüm ozan ve kamların ruhlarını da davet etmiştim. Toy’un
başmisafiri ise Yıldıku’ydu.
Güneş derin bir uykuya dalarken ay gökyüzünde
yükselmişti. Toy için tüm hazırlıklar tamamdı. Ateşin başına oturup kopuzumu çalmaya
başladım. Bu tüm Kam ve Ozanlara toyun başladığını haber verecekti. Kopuz’un
sesini duyan Ozanlar bir bir ateşin başına toplanıyordu.
Ayın sönük ışığında bile güneş gibi parlayan
çehresiyle Yıldıku geliyordu. Ay’ın Yıldıku’nun çehresine vuran ışığı önce tüm
bozkırı sonra da tüm dehlizlerimi aydınlatıyordu. Yıldıku, yavaş yavaş bana
yaklaşırken yüreğim nevruz ateşlerinde yanıyordu.
“Hoş geldin Yıldıku,
hoş geldin “ dedim.
“Hoş bulduk
Ozan, hoş bulduk” dedi ve ekledi:
“Vur şu
kopuz’un tellerine de gecemiz de yüreğimiz de neşelensin”
“Ayran içtim
elinden
Neçe çektim
dilinden
Yar bana
atkı örmüş
Zülfünün tellerinden
Başak başak
saçları
Umayca
bakışları
Gönlümü
tutsak etmiş
Yârin ince
nakışları
Ay vurur
çehresine
Kurt ulur
yöresine
Kopuzum Âşık
olmuş
Nazlı yârin sesine
”
Yıldıku, tüm
ruhları selamladık sonra kopuzu çalmaya devam etmemi işaret etti ve şöyle dedi:
“Sözleri
ballı Ozan
Gözleri allı
Ozan
Manilerin
kor mudur?
Sinemi yakar
ozan”
Kuruyan dudaklarımı kımızla ıslatarak kopuzun
tellerine vurmaya devam ettim:
“Us kalmadı
başımda
Bal mı yedin
aşında
Bir okla
vurulmuşum
Keman gibi
kaşında”
Ozanlar sofrasında
muhabbet de zaman da kımız da su gibi akıyordu. Kımız’ın etkisiyle
kendilerinden geçen ozanlar kendi yaşadıkları zamandaki beylerini ve
kağanlarını övüyordu. Bunların arasından sesi en gür çıkan Mete Han’ın ozanı
Deli Ozandı. Kendisinde Mete Han’dan gelen tabi bir kuvvet buluyor ve esip
gürlüyordu. O konuşurken kimseden çıt çıkmıyordu. Ancak Göktürklerin gözü kara
Ozanı İnay, ayağa kalkarak şunları söyledi:
“Er kişi
dediğin Kül Tigin gibi olur
Kılıcı
keskin yüreği yufka olur
Er kişi
dediğin baş eğdirir, baş eğmez
Makama tamah
etmez, ihanet bilmez “
Bu sözler
Mete Han’ın demir ordusu tarafından atılmış bir ok gibi Deli Ozan’ı yüreğini
parçaladı geçti. Ve Deli Ozan sessizce yerine oturdu.
Ancak atışmalar
sabahın ilk ışıklarına kadar devam etti. Tan atmış ve gün doğmuştu. Yemyeşil
bozkırın üzerine serpilen çiğ tanelerine çarpan güneş ışıkları bir renk
parıltısı oluşturuyordu. Ve ayrılık vakti gelmişti.
Ve son sözü
Ozan Mevlidi söyledi:
“Baharları
yeşeren
Kışı, yaza
erdiren
Kiraz çiçeği
misin?
Ey Ötüken
güzeli!
Toprağa can
veren
Ozan’a ilham
veren
Kiraz çiçeği
misin?
Ey Ötüken
güzeli!”
Yazar: Alp Er Tarık, İstanbul , Ocak 2021
Not: Bu yazının tüm hakları fikirpusulasi.blogspot.com aittir. Tamamının veya bir kısmının izinsiz kullanılması yasaktır.
Görüş ve önerileriniz için;
Twitter: Alp Er Tarık
Facebook: KatreDergisi
O bozkıra götürdünüz... keşke diye düşünmemek elde değil.
YanıtlaSilÜmit var olalım... Belki bir gün gidip yaşamakta nasib olur...
Sil